7 Mayıs 2015 Perşembe

İnsan Kaynakları Yönetimi İle İlgili Olarak Bir Röportajımdan...


İnsan Kaynakları Yönetiminin geçmişten günümüze geçirdiği evrim hakkında bilgi verir misiniz?
Dünyada, özellikle 1980’li yıllardan itibaren etkisini daha fazla hissettirmeye başlayan küreselleşme olgusunun acımasız rekabet ortamını doğurması, gelişen teknolojilerin varlığı, sürekli değişen iş ilişkileri ve işgücü nitelikleri işletmelerin personel departmanları etkilemiş ve yöneticileri; rekabet avantajı sağlamada çalışanlarını daha etkin kullanmaya, onların verimliliklerini olabildiğince artırmaya yönelik önlemler almaya zorlamıştır. Dolayısıyla, bu alanda bir değişim ve dönüşüm süreci kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Her ne kadar başlangıçta bu değişim ve dönüşüm sürecini kavramsallaştırma konusunda bir takım görüş ayrılıkları yaşanmış olsa da, daha sonraları gerek uygulamanın gerekse de bu alanla ilgilenen uzman ve akademisyenlerin geniş kabulü ile önemli ve stratejik bir ilgili alanı olarak “İnsan Kaynakları Yönetimi” kavramı üzerinde hem fikir olunmuştur.
Gerçekten de bugünkü anlamıyla ifade ettiğimiz modern insan kaynakları yönetimi kavramı, yaklaşık yüz yıl öncesinin personel yönetimi kavramından oldukça farklıdır. Çalışanlarıyla ilişkilerine yön veren yönetim akımları, geçtiğimiz yüz yıl boyunca birçok farklı aşamadan geçmiş ve işletmeler içerisindeki en önemli kaynağın insan olduğu düşüncesini, bir klişe olmaktan çıkararak stratejik unsur olarak konumlandırmıştır. İşletmelerin son 20-30 yıllık periyod içerisinde insan kaynakları yönetimine stratejik anlamlar yüklemesinin en önemli nedenlerinin başında insanı tanımada ve onun işe yönel(til)mesindeki tutum ve davranışlardaki temel değişikliklerdir. Meydana gelen bu değişikliklere uyum sağlayabilmek, değişen isteklere hızlı cevap verebilmek, rekabet ortamında kaliteyi artırabilmek ve müşteri memnuniyetini sağlayabilmek için artık çalışanların ekip çalışmasına yatkın, esnek çalışma özelliklerine, öğrenme ve analitik düşünme becerisine sahip olmaları gerekmektedir. İşte bu noktada insan kaynakları yönetimi önemli rol oynamakta ve kişileri güdülüme, yönlendirme, bilgi ve beceri düzeylerini yükseltici eğimler verme, yetenekleri yönetme, işe uyum sağlama, işi zenginleştirme gibi insan faktörünü geliştiren ve ön planda tutan sistemleri ortaya çıkarmakta ve uygulamaya koymaktadır.
Türkiye’de kamu ve özel sektör firmalarının İnsan Kaynakları Yönetimi uygulamaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de kamu sektörünün kendi içerisindeki hantal ve bürokratik yapısı, insan kaynakları yönetimi gibi değişim ve dönüşüm mekanizması oldukça hızlı ve esnek olan bir paradigmanın içselleş(tiril)mesini tam anlamıyla mümkün kılamamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de kamu sektöründe insan kaynakları yönetimi uygulamalarından ziyade geçmiş dönemin personel yönetimi felsefesinin daha ağır bastığını söylemek doğru olacaktır.
Özel sektörün insan kaynakları yönetimi tecrübesi ise halihazırda kurumsallaşma sürecini tamamlamış olanlar ile henüz bu sürece girmemiş yahut sancılarını çeken firmalar açısından farklı farklı değerlendirilmelidir. Kurumsallaşma sürecini tamamlamış olan firmalarda insan kaynakları yönetiminin tüm fonksiyonlarının oldukça profesyonel ve rasyonel ilkelere dayandırılarak uygulandığını söylemek mümkündür. Özellikle stratejik yönetim bilinci ile yönetilen firmaların insan kaynakları departmanlarına ayrı bir önem verdiğini belirtmek gerekir. Kurumsallaşma sürecini tamamlamamış olan firmalarda ise özlük ve bordrolama işlerinin ağırlık kazandığı görülmektedir. Ancak, özellikle aile şirketlerinde –Türkiye’deki küçük ve büyük ölçekli firmaların çok önemli bir kısmı aile şirkedir- kurumsallaşmanın en önemli ayaklarından birinin insan kaynakları departmanlarının yapılandırılması olduğu artık anlaşılmıştır. Bu bakış açısı, önümüzdeki zaman dilimleri içerisinde Türkiye’de insan kaynakları yönetimi alanında önemli gelişmelerin yaşanmaya devam edeceğinin ön göstergesi kabul edilebilir.
Bu alanda kariyer yapmak isteyenlere önerileriniz nelerdir?
Herşeyden önce insan kaynakları yönetimi alanı, sahip olduğu dinamik yapıdan ve henüz doyum aşamasına gelmediğinden ötürü önümüzdeki zaman dilimleri içerisinde pek çok lisans ve lisansüstü mezunun çalışmak isteyeceği/çalışacağı bir alan olmaya devam edecektir. Alanın işletmeler açısından taşıdığı stratejik önemin anlaşılmış olması; bir taraftan firmaların insan kaynakları departmanlarında çalıştıracakları kişileri seçerken çok titiz ve objektif olmaya; öte yandan da bu alanda çalışmak isteyenlerin kendilerini çok daha fazla geliştirmeye zorlamıştır. Türkiye’de insan kaynakları yönetimi alanında çalışanların genel profiline bakıldığında, ağırlıklı olarak Üniversitelerin İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinin Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri ile İşletme Bölüm mezunları olduğu anlaşılmaktadır. Ancak özellikle Mühendislik Fakültelerinin ilgili bölümlerinden mezun olanların da çok yoğun bir şekilde iş başvurusu yaptığı da unutulmamalıdır. Bu alanda kariyer planı düşleyenlerin, sahip oldukları lisans tecrübelerinin üzerine mutlaka staj deneyimi yaşamaları, konu ile ilgili güncel gelişmeleri takip etmelerini sağlayacak bilimsel konferans, zirve, sempozyum gibi organizasyonlara katılmaları ve spesifik eğitim programlarından istifade etmeleri gerekmektedir. Ayrıca sadece lisans mezunu olmakla yetinmeyip, mutlaka ilgili Bölümlerin İnsan Kaynakları Yönetimi Anabilim Dallarında yüksek lisans programlarını tamamlamaları gerekmektedir.   

21 Nisan 2015 Salı

SOSYAL POLİTİKA YAZILARI 4: SOSYAL POLİTİKANIN GELECEĞİNE İLİŞKİN SÖYLEMLER


Refah devletinin 1970’lerden itibaren tıkanması, geleceğe yönelik olarak yeni arayışların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Refah devletinin gelecekte nasıl bir şekil alacağına dair yapılan değerlendirmeler ve tartışmalar, bir nevi herkesin ideolojik yaklaşımına göre farklılıklar göstermektedir. Bazı görüş sahiplerinin ayaklarının yerden tamamen kesik olduğu görülmektedir. Yani, yelpazenin bir ucunda anarşizme kadar uzanan ve devletin gelecekte yok olacağını veya minimum bir hale geleceğini iddia edenler varken, diğer ucunda da geleceğin devlet biçiminin, II. Dünya Savaşı sonrası görülen refah devletlerinden bile daha fonksiyonel olacağını ileri sürenler bulunmaktadır. Diğer yandan, daha ölçülü ve olası öngörüler ise şu şekilde özetlenebilir.

Kabaca ifade etmek gerekirse, sağ görüşe sahip olan kişiler, refah devletinin geleceğini pek de parlak görmemekte, artık bu türden cömert bir devlet anlayışının yeni döneme uygunluk gösteremeyeceğini, dolayısıyla neo–liberal ilkeler doğrultusunda değişmek zorunda olduğunu ileri sürmektedir. Bunlara göre, refah devletinin geçirmekte olduğu değişim ve dönüşüm sürecini şu şekilde değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Nasıl ki 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan Sanayi Devrimi, dünyayı o güne kadar hiç olmadık bir biçimde değiştirdiyse ve ortaya tamamen farklı bir üretim süreci, çalışma ilişkileri, sosyo–ekonomik yapı vb.’nin çıkmasına yol açmışsa ve refah devleti bu Sanayi Çağı’nın bir devlet modeli olarak ortaya çıkmışsa; 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren yeni bir çağa (Bilgi Çağı) girilmesi de, elbette ki kendine uygun bir üretim ve çalışma koşullarına yol açacak, sosyo–ekonomik yaşamı yeni koşullara göre yeniden şekillendirecek ve dolayısıyla eski çağın bir ürünü olan refah devleti modelini de değiştirerek farklı bir devlet modelinin ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilecektir. Dolayısıyla bunlar, küreselleşmenin, refah devletlerini zayıflatmakta ve yok etmekte olduğunu, yakın bir gelecekte, asıl tartışma konusunun, refah devletini devam ettirmek veya ettirmemek noktasında değil, bunun yerine ne çeşit bir uygulamaya yönelme gereği hususunda olacağını ifade etmektedir. Onlara göre, ulusal refah devletlerinin sosyal politika fonksiyonları, zamanla küresel düzeyde oluşturulacak ulus–üstü kuruluşlarca yerine getirilmelidir.

Sosyal politikanın ve refah devletinin geleceğine dair bu tür görüşler, önceki yüzyılda ulus–devletlerin himayesinde gelişen sosyal korumanın, ulus–devletlerin zayıflaması nedeniyle uluslararası düzeyde ele alınmaya başlanacağı yönündedir. Bu nedenle, gelecek dönemde sosyal koruma, “Uluslararası Sosyal Politika” veya “Uluslararası Refah Devleti” olarak adlandırılabilecek ulus–üstü (supranasyonel) bir boyut tarafından sağlanmaya başlayacaktır.

Zaten, küreselleşmenin etkisini artırmasıyla birlikte, sosyal standartların korunması için ulus–ötesi (transnasyonel) bir sosyal politikanın oluşturulması yönünde birtakım çabalar da ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, bu görüş sahiplerine göre yapılması gereken şey, ulus–ötesi düzeyde sosyal standartlar tesis etmek ve korumak için harekete geçmek, bu yönde oluşmaya başlayan cılız gayretleri takviye etmek, desteklemektir.

Yeni – Sağ olarak adlandırılan bu görüşe sahip çıkanlarda fonksiyonel bir bakış açısıyla sosyal politikanın üniversiteler, medya, hükümetler, okullar, Ar-Ge yatırımlarını yürüten fonlar, özel araştırma ve anket kuruluşları, Avrupa Birliği ve Dünya Bankası gibi içinde sermayenin ağırlıklı olarak temsil edildiği örgütler tarafından üretildiği görüşü hakimdir. Bu minvalde güvenceli esneklik, sosyal koruma, sosyal dışlanma, sosyal diyalog, sosyal dayanışma ve yoksulluğu azaltma stratejileri ve sosyal güvenlik ağları egemen söylemin başlıcalarını oluşturmaktadır. Bu egemen söylem içerisinde sosyal politika alanı kapitalizmin içinden geçmekte olduğu süreçle ilişkilendirilmektedir. Kapitalizmin içinden geçmekte olduğu süreç ise, ekonomik ve siyasal süreçler üzerinde duranlar tarafından post-fordizm, esnek kapitalizm, örgütsüz kapitalizm; kültürel değişimler üzerinde duranlar tarafından post-modernizm ve teknolojik dönüşüm; toplumsal dönüşümün temel bileşeni olarak merkeze alanlar tarafından ise ağ toplumu, küresel köy, sanayi sonrası toplum, üçüncü dalga ve bilgi toplumu veya enformasyon toplumu olarak adlandırılmaktadır.

Yeni – Sağ görüşüne sahip çıkanların sosyal politika anlayışı içerisindeki tematik söylemleri sıralanacak olunursa; bilginin artan gücü ve sınırsız dolaşma kapasitesi, işçi deyiminden ziyade sosyal sermayesi yüksek, vasıflı ve beyaz yakalı çalışanlar olarak tanımlanan yeni sınıf tezi, çalışmanın değişen doğası ve otomasyon, insan kaynakları yönetiminin ağır basan yapısı, serbest piyasanın evrensel gerekliliklerine uygun yönelimli ve tektipleşmeye yakın reform çalışmalarından bahsetmek gerekecektir.   

Yelpazenin sol tarafında bulunanlar ise, refah devletinin değişen koşullar altında gerçekten bir çıkmaz içine girdiğini görmekte, ancak, yine de bu durumun geçici olduğuna, birtakım reform ve yeniden yapılanma çalışmaları sonucunda, refah devletinin tekrar fonksiyonel ve işlevsel hale gelebileceğine inanmaktadır. Zaten, refah devletleri çeyrek yüzyıldır içinde bulundukları değişim sürecinde, değişen koşullara nasıl uyum sağlayabileceklerini öğrenmiş, bu konuda yeni stratejiler geliştirmiş, dolayısıyla değişen koşullara uyum kapasitesini artırmıştır.

Bunlardan bazılarına göre, küreselleşme ve neo–liberalizmin günümüze kadar olan seyrine bakıldığında, küresel ekonominin bu şekilde gidemeyeceği, değişmek zorunda olduğu, bu değişimin en kısa zamanda gerçekleşeceği görülecektir. Değişimin yönü ise, katılımcı demokrasinin ve refah devletinin yeniden güçlenmesine doğru ve neo–keynezyen iktisat politikalarının kabulü yönünde olacaktır. Neo–liberal politikalar başarısız olduğu için, yakın bir zamanda neo–keynezyen politikaların uygulanması gerekli olacak, güçlü refah devletine yeniden gereksinim duyulacaktır.

Yeni Sol söylem olarak da adlandırılabilecek bu bakış açısı, düzene doğrudan saldırmadan, düzenin rasyonalitesi içerisinden makul sayılabilecek öneriler getirmek maksadına odaklanmıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin “zor durumda bulunanlar” adına daha uygun boyutunu aramaktadır. Yeni Sol söylem, bir yandan bilgi üretimini Dünya Bankası ve Avrupa Birliği gibi Yeni Sağ örgütlerinin katkılarıyla yapmakta ve egemen söylemin tüm kavramsal setini kabul etmekte iken öte yandan da, vergilerle finanse edilen bir sosyal politika alanı ve vatandaşlık düzeyinde eşitlik üzerinde durmaktadır. Bu noktada vatandaşlık geliri ve temel gelir gibi önerileri gündeme getirmekte, bunu yaparken de hakim iktisat politikalarını sorgulamak yerine önerilerini bu politikalar çerçevesinde gerçekleştirmenin yollarını aramaktadır. Dolayısıyla Yeni Sol söylem, kendi içinde ve kendi başına, aslında kapitalizmden ziyade, kapitalizmin belirli politika ve uygulamalarına karşı çıkmaktadır.

Yeni – Sol paradigma, egemen paradigmanın politika önerileri ile sıklıkla örtüşse ve çok farklı noktalara gidemese de yukarıda da bahsedildiği üzere iki noktada farklılaşmaktadır. Bunlardan ilki, piyasa güçlerinden ziyade vergilerle finanse edilen bir sosyal politika alanı, ikincisi ise sosyal politika alanında vatandaşlık düzeyinde eşitlik. Bu minvalde Yeni – Sol söylem, ilk olarak vergilerle finanse edilen sosyal politika düzenlemelerinin öneminin altını çizmektedir. İkinci olarak, vatandaşlık düzeyinde eşitlik noktasında vatandaşlık geliri veya temel gelir gündeme gelmektedir. Vatandaşlık geliri, toplumun tüm fertlerine, çalışma hayatındaki konumlarından bağımsız olarak yapılacak düzenli nakit transferlerini içeren bir sosyal politika uygulaması olarak tanımlanabilir. Buna göre toplumda yaşayan herkese en zengininden en fakirine kadar verilen gelir olan vatandaşlık geliri, bir bakış açısına göre Dünya Bankasının öne çıkardığı nakit gelir desteği uygulamalarının radikal bir versiyonuna benzemektedir. Vatandaşlık gelirini savunun Yeni – Sol söylemin en çok üstünde durduğu nokta ise, yoksullukla mücadelede emek piyasasını değil sosyal hakları ön plana çıkarmasıdır.  Yani emek merkezli bir bakış açısıyla, vatandaşlık geliri, insanı işgücü olarak gören ve onu istihdama iten bir yaklaşımdan farklı olarak insanı insan olarak gören bir yaklaşımın izlerini taşıdığını iddia etmektedir.

Yeni Sağ ve Yeni Sol söylemlerinden başka sosyal politikanın geleceği şekillendirilirken üzerinde özellikle durulması gereken bir diğer bakış açısı “Sosyal Demokrat” söylem olarak adlandırılmaktadır. Sosyal demokrat söylem, sosyal politika anlayışını yurttaşların sosyal hakları ve müdahaleci devlet yaklaşımı üzerine kurmaktadır. Bir anlamda geleneksel sosyal politika anlayışının tezahürü olan bu bakış açısının egemen söylemleri içerisinde sosyal politikanın bilindik argümanları yer almaktadır. Buna göre, sosyal güvenlik, işçi sendikaları ve toplum sözleşme düzeni, emeği koruyucu/güçlendirici iş yasaları, sosyal yardımlar, asgari ücret, kamusal sağlık, eğitim, konut ve ulaştırma hizmetleridir. Hemen fark edileceği üzere bu alanlar aynı zamanda refah devletinin temel özelliklerine de gönderme yapmaktadır. Bu görüşü savunanların Yeni – Sağ ve Yeni – Sol un sahip oldukları çözüm argümanlarından tatmin olmadıkları bilinmektedir. Onlara göre, 21. Yüzyıl sosyal politikası daha güçlü ve müdahaleci devlet ve güçlü sendika hareketi üzerine yükselecektir.   

Bütün bu bakış açılarının kendilerine ait haklı ya da haksız yanları bulunabilir. Ancak bir de görünen yüzün iyice analiz edilmesi gerekmektedir. Bugün görünen o dur ki, çok hızlı büyüyen refah devletlerinin gerçekten de genel olarak bir bunalım içerisinde oldukları söylenebilir. Ancak, bu genelleme, her ülke ve her refah rejimi için aynı derecede doğru değildir. Bazı gelişmiş ülkelerde, refah devleti daha fazla sorgulanır ve küçültülmesi yönünde daha çok önlem alınır iken, bazılarında ise, küreselleşme süreci ile birlikte devletin geleceğine yönelik bir kuşku oluşsa da, bu endişenin refah devleti fonksiyonlarında dikkate değer bir değişimi beraberinde getirmediği gözlenmektedir.

Devlet, yine de her ülkede hâlâ sosyal refah politikalarının en büyük üreticisi ve uygulayıcısıdır. Refah devletleri ve sosyal koruma sistemleri, neredeyse tüm ülkelerde güçlü bir şekilde ayakta durmaktadır. Bunalım, çok konuşulduğu gibi, devletleri sosyal standartlarda ve hizmetlerde minimuma doğru bir yarışa itmemiş, sanıldığı gibi refah devleti kimliğinin altını oymamıştır.

Yukarıda belirtilen ve kamu sosyal harcamalarının kısılmasını hedefleyen reformlar sonucunda, gerçekten de özellikle 1990’lı yıllardan itibaren sosyal harcamalarda bir düşme görülmeye başlanmıştır. Ancak, bu düşme, genel olarak çok da önemsenecek bir düzeyde gerçekleşmezken, her ülkede de aynı düzeyde olmamış, bazı ülkelerde tersi bir şekilde, düşük de olsa sosyal harcamalardaki yükselme seyrinin devam ettiği, refah devleti harcamalarının azaltılması biryana, görece olarak arttığı gözlenmiştir.

Diğer bir ifadeyle, refah devletinin karşı karşıya kaldığı krizlere ve birçok refah programında görülen kesintilere ve neo–liberal politikalara rağmen, 1990’lı yılların sonuna gelindiğinde dahi, harcamaları mümkün olduğunca kısma isteği bir türlü gerçekleştirilememiş, aksine bazı ülkelerde artmaya devam etmiştir. Bunun bazı nedenleri vardır. Ancak, harcamalardaki artışın devam etmesinin nedeni, cömert refah devleti anlayışının sürdürülmesi değildir. Nedenlerin başında, bir kısmı yukarıda açıklanan, birçok gelişmiş ülkede yüksek oranlı işsizliğin bir türlü düşürülememesi, demografik değişimler sonucu nüfusun yaşlanması, yalnız yaşayan annelerin artışı, artan sosyal refah hizmetleri, vatandaşların daha iyi kamu hizmeti beklentisi vb. gibi maliyetleri artırıcı hususlar gelmektedir.

Yaşanan son gelişmeler doğrultusunda, gelecekte refah devletinin rolünün ne olacağı, refah devletinin ne yönde gelişeceğini önceden sezinlemek de pek mümkün gözükmemektedir. Ancak, konu ile ilgili birçok kişinin beklentisi, refah devletlerinin gelecekte de varlıklarını sürdürmeye devam edecekleri yönündedir. Ancak bu, refah devletlerinin geçmişteki gibi aynı yapıyı sürdüreceği anlamına da gelmemektedir. Küreselleşmenin doğurduğu yeni koşullara uygun birtakım dönüşümler sözkonusu olabilir. Fakat, bu dönüşüm yine refah devletinin etrafında gerçekleşecektir. Yoksa, refah devletlerinin zayıfladığı, onların yerini küresel düzeyde sosyal politika kurumlarının almak üzere olduğu iddiası, çok da gerçekçi gözükmemektedir.

Acaba, genelde gelişmiş sanayi ülkeleri için sözkonusu olan yukarıdaki bilgiler ve değerlendirmeler, Türkiye ve onun gibi gelişmekte olan ülkeler sözkonusu olduğunda da geçerli olmakta mıdır? Refah devletinin geri çekilmesinden sözedilirken, bu durumun Batı’lı gelişmiş ülkeler için sözkonusu olduğu, gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelerin zaten refah devleti kuracak olanaklara sahip olamadığı, ancak hiç olmazsa Türkiye, Hindistan gibi bir kısım gelişmekte olan ülke için refah devletinin daima bir “hedef” olarak gündemde kaldığı ve demokrasinin vazgeçilmez bir tamamlayıcısı olarak düşünüldüğü görülmektedir.

Türkiye, refah devleti açısından bir incelemeye tabi tutulduğunda, gelişmiş Batı’lı ülkelerle kıyaslandığında, çok zayıf bir refah devleti varlığının sözkonusu olduğu, refah devletinin etkinliği açısından bakıldığında tam anlamıyla bir refah devleti olamadığı görülmektedir. Bunun nedeni, Türkiye’nin, kendisi gibi geç sanayileşmiş ülkelerde olduğu gibi, oldukça gelişmiş bir sosyal güvenlik sistemine sahip olmasına rağmen, sosyal güvenliğin diğer ayakları olan sosyal yardım ve sosyal refah hizmetlerine gereken önemi henüz istenilen düzeyde verememesidir.

Türkiye’de hükümetlerin genelde kısıtlı kaynaklarına paralel olarak bir refah politikası izlediği görülmektedir. Türkiye’deki sosyo–ekonomik politikalara genel olarak bakıldığında, bunları şu şekilde özetlemek mümkün olmaktadır: Ekonomik kalkınma ve refah devleti açısından dengeli bir politika izlendiği, ne ekonomik kalkınmadan ne de refah devletinden vazgeçildiği; ekonomik kalkınmanın gerekli olduğu, hatta daha güçlü bir refah devleti için bunun şart olduğu, fakat bunu gerçekleştirirken de refah devletinin gereklerinden de taviz verilemeyeceğinin ve refah devletinin zayıflatılmayacağının vurgulandığı görülmektedir.

17 Nisan 2015 Cuma

SOSYAL POLİTİKA YAZILARI 3: SOSYAL POLİTİKAYI DÖNÜŞÜME ZORLAYAN FAKTÖRLER

Güçlü Keynesyen politikaların izlenmesi 1970’lerin ortalarından itibaren ülkeleri krize sokmaya başlamıştır. Yüksek toplam talep ve istihdam politikaları, yüksek vergi oranları, cömert sosyal refah devleti harcamaları ve artan devlet müdahaleleri, krizin nedenleri olarak görülmüştür. Bu sebeplerden dolayı, ekonomide devletin rolünün küçültülmesi görüşleri dile getirilmeye başlanmış, toplumsal uzlaşmanın temelleri sarsılmış ve Keynesyen refah devletinin tasfiyesi başlamıştır. Bu durum uygulanan yahut uygulanacak olan sosyal politika hizmetlerinin de büyük bir değişim-dönüşüm geçirmesine neden olmuştur.
Bu dönemden itibaren devletler, cömert sosyal refah harcamalarını sürdürebilmelerinin olanaksız olduğu düşüncesine sahip olmuş ve harcamalarını kısmak, gelirlerini artırmak amacıyla yeni politikalar geliştirmeye, reformlar yapmaya yönelmişlerdir. Yaklaşık son çeyrek asırdır, refah devleti politikalarında ve dolayısıyla sosyal politikalarda geri dönüşler yaşanmaya ve refah kurumları reforma tabi tutulmaya başlanmıştır.
            Refah devleti ve sosyal politika uygulamalarında başlayan dönüşümün nedeni, özellikle 1970’li yılların sonlarından itibaren ortaya çıkan “küreselleşme” süreci ve beraberinde getirdikleridir. Bu dönemde piyasalaşma ve özelleştirme, 1980’lerde muhafazakar devletlerin benimsediği ve refah devletlerinin dönüşümünde büyük rol oynayan iki anahtar kelimedir. Bu kavramlar beraberinde, ekonomik politikaların daha liberalleşmesini ve kamu kesiminin küçültülmesi anlayışının yerleşmesiyle devlet, piyasa ve sivil toplum arasındaki sınırların değişmesini getirmiştir.
            Bu tarihten sonra yaşanan gelişmeler, refah devletinin ekonomik, politik ve ideolojik çerçevesini önemli ölçüde değiştirmiştir. Bunların başında sosyalist alternatifin çöküşü, liberal felsefenin yükselişi, ekonominin küreselleşmesi ve ulus-devletin görece düşüşü gelmektedir. Birbirleriyle kesişen ve ilişki içinde olan bu hususların her biri refah devleti için birtakım anlamlara sahiptir.
            Küreselleşme ve liberalleşme anlayışı, beraberinde devletin küçültülmesini getirmiştir. Yani, her şeyi kendisi üreten, müdahale eden devlet yerine, yalnızca standartlar ve kurallar koyan ve denetleyen ve kendisine verilen temel görev alanının (güvenlik, adalet, altyapı hizmetleri) dışına çıkmayan bir devlet anlayışı yaygınlaşmaya başlamıştır.
            Krizden çıkmanın yolu olarak, yeni bir politik ve ekonomik felsefenin benimsenmeye başladığı, öncülüğünü ise Reagen dönemi ABD’si ile Thatcher dönemi İngiltere’sinin yaptığı görülmüştür. Bu yeni düzen serbest piyasa-özelleştirme-küreselleşme öngörmektedir. Verilere bakıldığında gerçekten de yeni ekonomik düzenin 1990’lı yıllardan itibaren özellikle ABD açısından meyve vermeye başladığı görülmektedir.
            Özellikle gelişmiş ülkelerde görülen refah devletinin krizinin temel nedenleri kısaca aşağıdaki gibi özetlenebilir: Herşeyden önce, demografik yapı değişmiş, yani insan ömrü uzamış, yaşlı nüfus çoğalmış ve doğum oranları düşmüştür (dolayısıyla bu durum aktif–pasif ilişkisini bozmuş, bağımlılık oranını artırmıştır), ailenin yapısı (boşanma oranları artmış, tek ebeveynli aileler ve yetişkin olmayan anneler çoğalmıştır) ve ekonomik koşullar (büyüme hızları düşmüş, profesyonelleşme ve kadınların işgücüne katılımı artmıştır) değişmiştir, işsizlik yükselmiş, kamu harcamaları artmış, vergiler yükselmiş, mali açıklar sürekli hale gelmiştir. Bu sebeplerle hükümetlerin sosyal harcamalar için milli gelirden ayırdıkları pay sürekli büyümüş ve giderek katlanılamaz bir hacme ulaşarak, ülkelerin rekabet güçlerini zayıflatır hale gelmiştir. Dolayısıyla kriz, sosyo–ekonomik yapıyı 40–50 yıl öncesine göre tamamen değiştirmiştir.
Yine, yaşam standartlarının gelişmesine ve yaşam sürelerinin uzamasına yol açan refah devletleri, yeni gereksinimler yaratmıştır. Artan sağlık maliyetleri ve emeklilik olanakları, büyük oranda refah bütçelerinin artmasına ve mali darboğazlara yol açmış ve bu durum özellikle Avrupa’da, refah politikalarının uyumu açısından kolayca üstesinden gelinemeyen problemler doğurmuştur.
Yukarıda sıralanan sorunlar içinde en dikkat çekici olan ve bütçeye en fazla yük getiren husus, nüfusun yaşlanması sorunudur. Refah devletinin önemli işlevlerinden birisi, yaşlılara yönelik olarak gerçekleştirdiği sosyal koruma ve gelir güvencesidir. Toplumun gittikçe artan yaşlı nüfusuna yönelik olarak, son yıllarda önemli miktarda araştırmalar yapılmaya başlanmıştır. Nitekim yapılan projeksiyonlarda özellikle Batılı toplumlarda toplam nüfus içinde yaşlı nüfusun hızla artış gösterdiği, bunun da refah devletinin bunalımına yol açacak önemli bir gelişme olduğu ifade edilmektedir. Batı toplumları için bir tehdit halini alan bu gelişmeler, ülkemiz açısından henüz ciddi anlamda bir tehlike sergilemese de, geleceğe yönelik hazırlıklı olma açısından analiz edilmesi ve gerekli önlemlerin alınması bakımından önem taşımaktadır.
Aslında, refah devletlerinde artan maliyetler sorunu yeni bir konu değildir, her zaman için tartışılan bir konu olmuştur, ancak özellikle son 15–20 yıldır maliyet sorunu daha tartışılır hale gelmiştir. II. Dünya Savaşı sonrası dönemden sonraki ilk 30 yılda, hızlı ekonomik büyüme ve cömertlik felsefesi, harcamaların ve dolayısıyla vergilerin hızla artışını beraberinde getirmiş; ancak daha sonraki dönemde, ekonomilerin gitgide istikrarsız hale gelmesi ve yüksek vergi ekonomilerinin sarsılmaya başlaması, devletlerin yüksek vergilere ve harcamalara karşı isteksiz olduğu bir ortam yaratmıştır. Yukarıda belirtilen nedenlerle, refah devletleri, kamu refah harcamalarının azaltılması için reformlar başlatmış ve yeniden yapılanma çalışmalarına başvurmuştur.
Ortaya çıkan eğilimlerden ilki, refah devletinin üstlendiği bazı görevlerin, özellikle emeklilik sisteminin özelleştirilmesidir. Sosyal refah kurumlarının yaşadığı finansman sorunlarını aşabilmek için birçok ülke ya tamamen, ya da kısmen özelleştirmeye başvurmayı ve / veya emeklilik sistemlerinde ciddi reformlar yapmayı gerekli görmektedir. Aksi taktirde, 20-30 yıl sonrasına ilişkin yapılan projeksiyonların ortaya koyduğu gerçek, neredeyse tüm refah devletlerinde refah sistemlerinin kısa bir zaman sonra sürdürülemez bir duruma geleceğidir.
Bu doğrultuda, emeklilik sistemi ile ilgili harcamaları kontrol altında tutabilmek için emeklilik yaşı yükseltilmiş, primler artırılmış, emekliye, geliri ile emeklilik aylığı arasındaki ilişkiye göre ödeme yapılmaya başlanmıştır. Reformlardan sonra gerçekleştirilen projeksiyonlara bakıldığında ise, varılan sonuçların eskisine oranla değiştiği görülmüş, sistemlerin geleceği açısından daha ümitvar bir öngörüye ulaşılmıştır.
Diğer yandan, işsizler, yalnız yaşayan anneler gibi geniş sayıdaki sosyal refah hizmeti alıcılarına yönelik reformlar da, harcamaları kısma arayışlarının diğer bir boyutudur. Bunların hizmetlerden yararlanabilme kriterleri ağırlaştırılmış, bu yolla yararlanan kişi sayısı azaltılmaya çalışılmıştır. Bu yaklaşım sonucunda, bu tür hizmetlerin gerçekten hakedenlere verilmesi amaçlandığından, katı bir gelir araştırması yöntemi giderek yaygınlaşmıştır.
Refah devletinin bunalıma girmesinden sonra, çözüm amacıyla başlayan arayışlar, bundan böyle sosyal refah hizmetlerinin mevcut kurumsal yapıyla devam ettirilmesinin mümkün olamayacağı, kurumsal yapıda esaslı bir yeniden yapılanmanın gerçekleştirilmesi gereği üzerinde durmaktadır.
Bu amaçla, sosyal refah kurumları hem kurum olarak, hem de sağladığı hizmetler açısından reorganize edilmekte, refah devletinin birçok fonksiyonu ya yerel yönetimlere kaydırılmakta, ya devlet–kâr gütmeyen kuruluş işbirliğine yönelinmekte ya da devletin bu tür sosyal işlevleri özelleştirilerek bu hizmetlerin sunulması piyasaya terkedilmektedir.
Böylece, Altın Çağ’ın cömert refah devleti üzerinde tartışmaların başlaması, refah hizmetlerinin sunumu açısından yeni yönelimlerin doğmasına yol açmıştır. Dolayısıyla, temel olarak üç yönelimden bahsedilmektedir. Birincisi, her ne kadar yönetim aygıtının bir parçası olsa da, merkezi yönetime nazaran daha etkin ve verimli olan “yerel yönetimlerin” sosyal refah hizmetlerinin sunumunda artan oranda öne çıkmaya başlamasıdır. İkinci yönelim, refahı daha yerel düzeye, hiyerarşik ve bürokratik olmayan kendi kendine yönetim biçimlerine (kâr gütmeyen kuruluşlara) aktararak devleti by–pass etme girişimleridir. Üçüncüsü ise, refah devletinin sosyal görevlerini “piyasalara” vererek (sosyal refah kurumlarının özelleştirilmesi) devlet müdahalesini sınırlamaya dönük neo–konzervatif stratejilerdir. Özellikle sonuncusu, yani sosyal refah hizmetlerinin özel sektöre devri, neo–liberal yaklaşımın en çok tercih ettiği ve günümüzde birçok ülkenin başvurduğu bir uygulama biçimidir.
Başlangıçta, merkezi devlet, sosyal görevlerini yerel yönetimlerle paylaşarak sorumluluklarını hafifletme yolunu seçmiş, hatta İsveç gibi kimi ülkelerde, yerel yönetimler bu alanda merkezi hükümetten daha yüksek bir paya sahip olmuş, ancak sonuç olarak yerel yönetimlerin de devlet aygıtının bir parçası olması, aynı verimsizlik ve etkinsizliğin bu tür yönetim şekli için de geçerli olması, bu işlevlerin daha farklı bir yolla yerine getirilmesi arayışını doğurmuştur.
Bu anlamda, kâr gütmeyen kuruluşlar, hem toplumun tepkisini çekmemek, hem de özelleştirme öncesine bir hazırlık olmak üzere en uygun sosyal refah sağlayıcılar olarak düşünülmüş ve sosyal hizmetlerin sunulması önemli oranda bu kuruluşlar aracılığıyla sağlanmaya çalışılmıştır. Genel olarak devletin desteğini arkasına alan bu kurumlar, kendi imkanlarını da katarak, sosyal hizmetleri daha etkin ve verimli bir şekilde gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Son yıllarda ise, özellikle İngiltere ve ABD’nin öncülüğünde başlatılan özelleştirme akımının sosyal refah hizmetlerinin de özelleştirilmesini kapsamasıyla, piyasanın bu konudaki fonksiyonunun artmaya başladığı ve devletin sosyo–ekonomik yaşama müdahalesine ilişkin değişen bakışaçısı ile birlikte, özel sektörün sosyal refah sağlayıcı kurumlar olarak boy göstermeye başladıkları görülmektedir. Kamu programlarından özel programlara geçişte İngiltere en hızlı hareket eden ülke olarak göze çarpmaktadır.
Dünya Bankası, OECD, IMF gibi devletlerarası kuruluşların da tavsiyeleri ve teşvikleriyle, özel sektör birçok ülkede sosyal hizmetler alanında etkinliğini artırmaya başlamıştır. Yeni dönemde, devlete biçilen yeni rol, yalnızca sağlanacak hizmetlerin yasal çerçevesini belirlemektir.

Ancak, sosyal refah hizmetlerinin, diğer mal ve hizmetlerde olduğu gibi kolaylıkla özel sektöre devri mümkün olamamakta, bu mal ve hizmetlerin dışsallığı ve de bedava kullanıcı sorunu gibi nedenlerle, özel sektörün katılımı düşük kalmaktadır. Devlet, özel sektöre sosyal nitelikli mal ve hizmetlerin yalnızca üretim ve dağıtımını devretmekte, planlama, koordinasyon, finansman ve yerine getirme sorumluluğunu kendi üzerinde tutmaktadır. Bu nedenlerle, uygulanan bütün politikalara rağmen, gelişmiş ülkelerde devlet hâlâ hacim olarak büyüktür ve kaynakları elinde tutmaktadır.

14 Nisan 2015 Salı

SOSYAL POLİTİKA YAZILARI 2: SOSYAL POLİTİKA - DEVLET İLİŞKİSİ


Her ne kadar sosyal politikanın aktörleri arasında sivil inisiyatif, din, işletme, özel sektör, sivil toplum kuruluşları bulunuyor olsa da sosyal politika önlemlerinin alınmasında görev alan kurumların en önemlisinin devlet olduğu unutulmamalıdır. Sosyal nitelikli politikalar bütününden oluşan sosyal politika her şeyden önce bir devlet politikasıdır. Dolayısıyla devlet, sosyal politikanın temel tarafıdır. Devlet çıkardığı kanunlarla, oluşturduğu kurumlar, işveren ve arabulucu rolü ile sosyal politikaların oluşturulmasında temel rol oynamaktadır. Yaptırım gücüne sahip olan devlet, her dönem ve sistemde toplumsal yapıya yön veren, önemli ekonomik ve sosyal rol ve işlevler üstlenmiştir. Refahın sağlanması amacıyla kaynakların yönlendirilmesi ve dağıtılması ise modern devletin en önemli görevleri arasında sayılmaktadır.  

Ülkenin siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel yapısı ile uluslar arası faktörler devletin sosyal politikaların oluşturulmasındaki rolünü kapsam ve içerik olarak etkilemektedir. Gelişimi insan hakları ve demokratik hakların yanında birçok değişkene bağlı görülmektedir. Sosyal politika, devletin ideolojisine, toplumların gelişmişlik düzeylerine göre kapsam ve içerik değişiklikleri gösterdiğinden ötürüdür ki, her dönemi kapsayacak bir tanımlamasının yapılması oldukça güç görülmektedir. Gerçekten de sosyal politika, gerek kavram ve gerekse de bu politikaların belirlenmesi ve uygulanmasında rol alan kurumlar bakımından sınırları kesin çizgilerle belirlenmemiş bir bir bilim dalıdır.

             Sosyal politika ile devlet arasındaki ilişki amaçları itibariyle her ikisinin de taraflar ve değişik çıkar grupları arasında denge ve uzlaşma sağlayıcı rol oynamalarında yatmaktadır. Sosyal politikanın ortaya çıkış nedenlerinden biri olan kötü çalışma koşulları ile devletin bu gelişmelere paralel olarak çalışanların haklarını koruyucu düzenlemeleri devreye soktuğu liberal dönem bu ilişkiyi netleştirmesi bakımından örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca devletin ülkedeki sosyal gelişmeyi hızlandırıcı, bütün grup ve sınıfları dikkate alan politikalara yöneldiği bilinmektedir. Bu çerçevede, eğitim, sağlık, gelir dağılımı, sosyal güvenlik, istihdam politikaları yoluyla ülkenin ekonomik ve sosyal refahını sağlayacak tedbirler almaya başladığı dönemlerde, sosyal politika kavramının devlet aracılığıyla uygulanabilirlik kazandığı söylenebilir.

            Sanayi Devrimi’nden sonra ortaya çıkan “bırakınız yapsınlar” felsefesi, sosyal yapıdaki mevcut sorunları çözmede yetersiz kalmıştır. Sanayi kapitalizminin ortaya işçi sınıf ile ilgili yeni ve ciddi problemler çıkarması, sosyal devlet kavramının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Çünkü ortaya çıkan sosyal sorunlar mevcut hukuksal düzeni ciddi şekilde tehdit etmiştir. Ortaya çıkan sosyal devlet kavramının ise içerisinde bulunduğu dönemin sosyo-ekonomik özelliklerine göre farklılaşan rollere sahip olduğu söylenmelidir.  

            Devletin sosyal politikadaki değişen rolünü incelerken, öncelikle devletin sürece üç biçimde dahil olduğu tespitinin yapılması daha doğru olacaktır. Buna göre devlet sisteme ilk olarak, finansman sağlayıcı fonksiyonu ile katılabilir. İkincisi, bizzat yardımları ya da hizmetleri sunan aktör olarak. Üçüncüsü devlet, sosyal politika sistemlerini veya uygulamalarını düzenlemek suretiyle sisteme dahil olabilir. Günümüzde bile pür kapitalist ekonominin varlığını iddia etmek zordur. Liberal veya kapitalist ekonomiye dayalı ülkelerde bile devletin sosyal ve ekonomik hayata müdahale ederek sosyal ve ekonomik faaliyette birtakım fonksiyonlar üstlendiği görülmektedir. Böylece, makro ekonomik politikaları ile sosyal kaygıları olan, niteliksel anlamda “sosyal devlet”e dönüşen bir devlet anlayışı karşımıza çıkmaktadır.

Sosyal ya da refah devletinin tanımının “bireylere ve ailelere asgari bir gelir güvencesi garanti eden, onları toplumdaki tehlikelere karşı koruyan, onlara sosyal güvenlik olanakları sağlayan, toplumsal konumları ne olursa olsun tüm vatandaşlara eğitim, sağlık, konut gibi sosyal hizmetler alanında belirli bir standart getiren devlet” olduğu düşünüldüğünde, hemen tüm alanların sosyal politikanın uygulama atölyesi olduğu anlaşılmaktadır. Yoksulluğa karşı, işsizliğe karşı mücadele, asgari bir geçim düzeyinin sağlanması, sosyal güvenlik sistemi ve sosyal yardımlar, eğitim, sağlık, konut politikaları gibi uygulamalar sosyal politikanın temel uygulama alanlarıdır.

            Refah devleti kavramı ilk kez Almanya’da 19. Yüzyılın sonunda sosyal güvenlik alanında alınan önlemler nedeniyle kullanılmaya başlanmıştır. Ancak kavramın gerek gelişimi, gerek yaygın anlamda kullanımı II. Dünya Savaşı sonrasındadır. Başlangıçta daha sınırlı bir hedef ve kapsamı olan refah devleti, sosyal politikanın genişlemesine paralel olarak zamanla yaygınlaşıp genişlemiştir.

Refah devletinin gelişim aşamalarını kabaca dört dönemde belirtmek mümkündür. Bunlar; 1870’lerde başlayan ve bir deneyim kazanma dönemi olarak adlandırılan birinci dönem, 1930’lardan 1940’ların sonlarına kadar uzanan pekiştirme-sağlamlaştırma dönemi olarak da ifade edilebilecek olan ikinci dönem, 1950’lerden 1970 ortalarına dek devam eden ve büyüme-yayılma dönemi olarak anılan üçüncü dönem ve 1970 ortalarından günümüze değin süregelen ve dördüncü aşama olarak kabul edilen sorgulanma ve yeniden yapılanma dönemi dönemleridir.   
Büyüme-yayılma dönemi olarak ifade edilen ve literatürde altın çağ olarak da bilinen 1945-1975 yılları Keynes'in öncülüğünde kurulan ve Türkiye dahil pek çok ülkede geniş yankı uyandıran Keynesyen Refah Devleti, aslında soğuk savaş yıllarına ve kapitalist sistemin Altın Çağına özgü bir devlet biçimi olarak, büyük bir toplumsal uzlaşmaya sahne olmuştur. Keynes'in öncülüğünde ilerleyen talep yöntemi, öncelikle yüksek bir büyüme sağlamış, ardından istihdamın artmasına yol açmış, ücret ve çalışma koşullarını iyileştirmiştir. Hızlı ekonomik büyüme, gelişim halindeki refah devletleri için maddi kaynak sağlamış, bu yolla sağlık, sosyal güvenlik, eğitim ve konut gibi alanlarda önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu minvalde savaş sonrası yıllardan başlayarak, 1980'li yıllara kadar GSMH içinde sosyal refah hizmetlerine ayrılan pay giderek artmıştır. Bununla birlikte Keynesyen refah devleti modelinin, krizin başladığı yıllara değin Avrupa toplumlarının nüfus, aile ve iş piyasası yapıları ile iyi derecede bir uyum içerisinde olduğu da bilinmektedir Yüksek doğum oranı, kısa yaşam süresi, büyüyen sanayi istihdamı, düşük kadın istihdam oranı, erkeğin reis olduğu aile modeli ve geleneksel cinsiyet ilişkileriyle uyumlu sosyal refah önlemlerinin giderek geliştiği görülmektedir. Ancak toplumsal yapı değişmeye başladıkça, refah devleti ve sosyo-ekonomik realite arasındaki bu uyum erimiştir.
 

10 Nisan 2015 Cuma

SOSYAL POLİTİKA YAZILARI 1: BİR BİLİM DALI OLARAK SOSYAL POLİTİKA


Bugün gelinen noktada özünde insan olan her türlü sorunla ilgilenmeye çalışan bir bilim dalı haline gelen sosyal politika, siyasal bir seçim olarak kabul edilmekle birlikte; insan hakları, eşitlik ve demokrasi üçgeninde toplumu bir arada tutma ve bütünleştirme görevini icra eden bir fonksiyona sahiptir. Literatürde sosyal siyaset, sosyal ekonomi, toplumsal politika, çalışma ekonomisi, endüstri ilişkileri, refah politikası vb. farklı adlarla ifade edildiği görülen kavramı ilk defa 19. yüzyılın ikinci yarısında Almanya’da Prof. Wilhelm Heinrich Riehl kullanmıştır. Fakat 1873’lerde Alman Sosyal Siyaset Derneği’nin kurulması ve iktisat biliminin akademik bir disiplin haline gelmesine kadar olan dönemde devletin o devrin burjuva toplumu karşısındaki faaliyetlerini gösterme ve toplumdaki ilişkileri yansıtma işlevi görmüştür. Dolayısıyla sosyal politika, ortaya atıldığı 1850 yıllarından 1880’lere kadar bir mücadele ya da program ve parolayı ifade eder bir yapıya sahiptir.

Konunun geniş bir alana yayılması ve bir bilim dalı haline gelmesi ise, 1911 yılında Otto v. Zwiedineck-Südenhorst’un yazdığı “Sosyal Politika” adlı eserle birlikte gerçekleşmiştir. Kavramın Türkiye’de ilk kullanılışı, 1917 yılında Ziya Gökalp’ın başında bulunduğu “İktisadiyat” mecmuasında olurken, terimin Türk terminolojisine girişi ise 1933-1934 yıllarında gerçekleştirilen Üniversite Reformu ile ülkemize gelen Alman profesörler ve özellikle de Prof. Dr. Gerhard Kessler aracılığıyla olmuştur.

Esasen sosyal politikanın tarihsel gelişiminin iki önemli kriter eşliğinde değerlendirilmesi daha doğru görülmektedir. Bunlardan bir tanesi modern tarihin bakış açısına göre sosyal refah hizmetlerinin gelişimi, diğeri ise hayırseverlik ekseninde sosyal refah hizmetlerinin gelişimi. Sosyal politikanın modern bir bilim dalı olarak gelişiminde sanayi devriminin ortaya çıkardığı yaşamsal döngünün kriter olarak alındığı toplumların tüm kesimleri tarafından kabul edilen bir gerçek. Ancak, pek çok hizmetin medeniyetlerin başlangıcından beri sağlandığı da bir başka gerçek. Çünkü tüm toplumlarda, yetimler, körler, özürlüler, yoksullar, akli dengeleri bozuk olanlar ve hastalar gibi kendi kendine bakamayan, ihtiyaçlarını gideremeyen bireyler bulunmaktadır. Dolayısıyla toplumdan topluma düzeyi değişmekle birlikte, sosyal politikaların temelinde hümanist ve hayırsever duyguların yattığı bir gerçektir. Bu duygular, II. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal refah devletinin tesis edilmesinde temel motivasyonu oluşturan duygulardır. Bugün sosyal politika ve hizmetlerinin tümü, toplumun hümanist ve hayırsever duygularının kurumsallaşmasının bir ürünü ve sonucudur denebilir.

Sosyal politika ve sosyal refah hizmetlerinin karşılanmasında rol alan kurumlar incelendiğinde, tarım toplumunun ilk dönemlerinde başta geleneksel geniş aile olmak üzere, dini kurumlar ve komşuların etkin olduğu görülmektedir. Planlı tarıma geçişle birlikte, özellikle geniş aile, üyelerinin ihtiyacı olan sosyal refah hizmetlerini karşılamaya başlamıştır. Avrupa’da Ortaçağda, feodal yapının ortaya çıkmasıyla topraklarında kiracı konumunda bulunan aileler, temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak hale düşmüşler ve feodal lordlar insanların ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Kasabalarda ise, küçük zanaat sahipleri loncalarda örgütlenmişlerdir. Loncalar, üyeleri için, sınırlı düzeyde de olsa bir takım sosyal refah düzenlemeleri yapmıştır. Her lonca çalışamayacak duruma düşen üyeleri ve ölen üyenin ailesi için bir tür sosyal güvenlik planına sahiptir.

Ortaçağ Avrupa’sında kıtlık, savaş, salgın hastalıklar ve kimi bölgelerde feodal yapının bozulması nedeniyle korunmaya muhtaç insan sayısının çok büyük miktarlara ulaşması, ilk defa devletin doğrudan müdahalesini beraberinde getirmiştir. Çünkü, daha önceki dönemde etkin olan dini kurumların ve ailelerin, kendi kendine bakamayan çok sayıdaki insanın ihtiyaçlarını karşılayabilmesi mümkün değildi. Bu amaçla, İngiltere’de 1300’lü yılların ortalarından 1800’lü yılların ortalarına kadar bir dizi Yoksulluk Yasası çıkartılmıştır. Bu yasalardan en önemlisi I. Kraliçe Elizabeth tarafından 1601 yılında yapılmış olup, İngiltere ile Amerika’daki sosyal refah politikalarının biçimlenmesinde önemli etkiler yapmıştır. Endüstri Devrimine kadar sosyal politika ve sosyal refah hizmetlerinin sağlanması büyük ölçüde informal tarzda ve dini kurumlar, aileler, mesleki birlikler ve gönüllü organizasyonlar tarafından sağlanmaya çalışılmıştır. Zaten, bu dönemlerde insanların genel yaşam koşulları, ihtiyaç ve beklentileri çok yüksek olmadığı gibi, çok az sayıdaki kişi dışında toplumun en üst ve an alt kesimi arasındaki gelir ve yaşam farkı da çok büyük değildi.     

 Hiç kuşkusuz ki sosyal politikadaki asıl gelişme endüstrileşme ile birlikte ortaya çıkmıştır. Çünkü endüstri devrimi ekonomik ve sosyal hayatta büyük değişiklikler yapmış, mevcut sosyal yapıları derinden etkilemiş ve yeni sosyal sınıf ve tabakaların doğmasına, üretim ve çalışma ilişkilerinin yeniden şekillenmesine yol açmıştır. Bu minvalde, sosyal politika, 18. yüzyılın son çeyreğinde İngiltere’de başlayıp, oradan dalga dalga önce Batı Avrupa’yı ve daha sonra da Amerika ve pek çok coğrafyayı etkisi altına alan Sanayi Devrimi’nin yarattığı büyük zenginliğe karşılık, bu zenginliği yaratan ancak yeterli pay alamayan işçi sınıfının içine düştüğü derin sefaletin sonucunda doğmuştur. Sosyal politika, özü itibariyle liberal sanayi kapitalizminin ortaya çıkardığı olumsuzlukları devrim niteliğinde bir eylemle yıkmaktan ziyade, özellikle işçi sınıfı açısından meydana getirdiği sıkıntıları ve sorunları bertaraf etmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Toplumsal düzenin tabii bir düzen olmayıp, insanlar tarafından oluşturulduğu fikri genel kabul görmeye başladığı andan itibaren; daha adil, daha yaşanabilir, daha sürdürülebilir bir düzenin esaslarının araştırılması ve politikalar oluşturulmasına yönelik çabaların bir ürünü olan sosyal politikanın nihai hedefi, toplumda refah ve huzurun bir arada sağlanmasıdır.  

            Toplumda refah ve huzurun sağlanması kendiliğinden gerçekleşmediğinden bazı araçların ve politikaların oluşturulması zorunludur. Huzur olmadan, refahın tek başına gerçekleştirilmesi; insanı, amaç olmaktan çıkarıp, araç haline getirme anlamı taşımaktadır. Bir toplumda tüm insanları zorla çalıştırarak ve onların asgari ihtiyaçlarını karşılayarak büyük bir sermaye birikimi sağlamak, büyük bir üretim gücüne ulaşmak mümkün olabilir. Hatta bu üretim gücü ortaya büyük bir zenginlik çıkarabilir. Tek başına refahın gerçekleşmesi iktisadın hedefi olabilir. Ancak her ne pahasına olursa olsun, büyüme sosyal politikanın tek başına güttüğü bir hedef değildir. Durgunluğu ve sosyal hoşnutsuzluğun aksini ifade eden huzur, her şeyden önce manevi bir kavramdır. Bu yönüyle sosyal politika bir taraftan yüksek insanlık ideallerini gerçekleştirmeye çalışırken; öte yandan da bu ideale ulaşmadaki külfetlerin ve sonunda elde edilen nimetlerin toplum içinde adil dağılımını sağlayarak tüm kesimler arasında uzlaşmanın yollarını aramaktadır.

İşçi ve işveren sınıfı arasındaki sıkıntıları ortadan kaldırma yahut en aza indirme amacıyla ortaya çıktığı bilinen sosyal politika bilimi, zaman içerisinde sosyal eşitlik ve sosyal adalet temelli bir politikaya dönüştüğü gibi, yeni yükselen toplumsal hareketlerle de değişime uğramaya devam etmektedir. Günümüzde sosyal devletten ve sosyal politikadan beklentiler kuşkusuz ki farklılaşıyor. Geçmişte geniş yığınların benzer ihtiyaçları yerine, şimdi farklılaşmış ihtiyaçları karşılamaya yönelik istemler söz konusu. Gençlerin eğitim ihtiyaçları farklılaşmakta, eğitim ve çalışma hayatı arasındaki ilişkiler değişmektedir; yaşlı nüfus arttıkça sağlık sorunları arttığı gibi, bakımlarını sağlamak için ayrı bir düzenleme gerekmektedir. Kadınlar, bir yandan kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasını isterlerken, öte yandan çalışma saatlerinin düzenlenmesinden çocuk bakımına kadar uzanan birçok ihtiyaçlarının karşılanmasını beklemektedirler. Özürlüler yalnız bırakılmak değil, toplum yaşamına katılmak istediklerini söylemektedirler. Daha bunun gibi sayılabilecek birçok farklı istem ve beklenti var; sosyal politika uygulamalarının da, henüz her ülkede ve yeterli düzeyde olmasa da, bu beklentilere yanıt aramaya yöneldiği bir gerçek.

Genel olarak refahın devlet, piyasa ve aile gibi üç kaynağı olduğu düşünülürse, günümüzde kaynaklar arasında devletin payının azalması, buna karşın özellikle piyasa payının artırılması istenmektedir. Böylece, bireyin temelde piyasadaki konumu ve gücüne göre elde edeceği refah asıl olacaktır. Bu refah düzeyinin çok yetersiz olduğu durumlarda da aile desteğine veya sivil toplum kuruluşlarından sağlanacak yardıma sığınılacaktır. Gerek küresel ve gerekse de toplumsal düzeyde yükselen neoliberal politikalar nedeniyle, refah devleti yahut uygulanan sosyal politika uygulamalarının da farklı bir eksene doğru kaymaya başladığını söylemek yanlış olmayacaktır.  

9 Nisan 2015 Perşembe

İstanbul'un Ulaşım Sorunlarına Makro Bakış

Ulaşım konusunun bir sosyalbilimci gözüyle de incelenmesi gerektiğine karar verdiğimde yıl 2008'di ve ben henüz asistandım. Haklı olarak genelde teknik boyutlarıyla incelenen sorunun sonuçlarının ağırlıklı olarak sosyo-ekonomik olduğu gerçeğinden hareketle bu kitabı kaleme almak istemiştik. Tabi ki burada anlatacaklarımdan çok daha fazlasını kitabımızda yazdık ancak burada da önemle altı çizilmesi gereken yerler olduğunu siz de farkedeceksiniz. Bir şehir düşünün ki, deniz ulaşımına elverişlilik açısından dünyanın sayılı metropollerinden biri. Yine bir şehir düşünün ki yaya olarak yapılan yolculuklar hariç, günlük yolculukların %89'u karayolu araçlarıyla, %8'i raylı sistemle ve yalnızca %3'ü denizyolu araçlarıyla yapılmakta. Aslında bu  durum ülkede 1950'li yıllardan beri takip edilen karayolu ağırlıklı ulaşım politikalarından kaynaklanıyor. Her tarafı denizlerle çevrili olan İstanbul'un deniz ulaşımından yeterli derecede faydalanamadığı oldukça açık bir şekilde görülüyor. İstanbul, 1960 yılından bugüne sürekli olarak göç almaya devam ediyor. Kontrol edilemeyen bu göç hareketlerinin doğal bir sonucu olarak da alan genişlemeleri meydana geliyor. Bununla birlikte iki yaka arasındaki nüfus ve istihdam dağılımındaki dengesizliğin görülmemesi de mümkün değil. Bugün İstanbul'un mevcut nüfusunun %35'inin Anadolu, %65'inin ise Avrupa Yakasında ikamet ediyor olmasına karşın, %30'unun Anadolu ve %70'inin Avrupa Yakasında istihdam edildikleri görülmektedir. Yakalar arasındaki bu farklılık, özellikle sabah işe gidiş saatlerinde Avrupa Yakasına doğru ve akşam işten dönüş saatlerinde de Anadolu Yakasına doğru özellikle Köprülerimizde ve buna bağlı Çevreyollarında tıkanıklıkların yaşanmasına neden oluyor. Gerçi bu hikayenin de artık yavaş yavaş değişmeye başladığını ve neredeyse günün her saatinde belli lokasyonlarda trafık tıkanıklığının yaşandığını söylemek de fayda var. Türkiye'deki mevcut otomobil sayısı olan 9 milyon 857 binin yaklaşık 1/4'ünün (2 milyon 274 bin) sadece İstanbul'da bulunuyor olması da sanırım özel otomobil sahipliği ile ilgili başka bir bilgiye gerek bıraktırmayacak kadar net. Bu kadar otomobilin park sorunu da cabası. Bugün İstanbul'da günün hemen her saatinde otomobillerin yaya kaldırımlarına çıktıkları ya da trafiğin aksamasına neden olacak şekilde yol kenarlarına park edildikleri görülmektedir.
 
İstanbul'un ulaşım sorununun bu kadar kompleks, karmaşık ve içinden çıkılması zor bir hale gelmesinin en önemli etkenlerinden biri de, geçmişten günümüze toplu taşıma sistemlerinin yeterince geliştirilememiş olmasıdır. Her ne kadar içinde bulunduğumuz zaman dilimi içerisinde geçmişten gelen yanlışlar kapatılmaya çalışılıyor olsa da, katlanarak artan sorunlarla baş etme noktasında büyük zorluklarla karşılaşıldığı aşikar. Bugün İstanbul ulaşımında geçmişten gelen hataların devam ettirilmemesi adına ulaşım türlerinin birbirine entegre olduğu, raylı sistem ağırlıklı toplu taşıma sistemlerinin günlük yolculuklarda başı çektiği, park et devam et imkanlarının artırıldığı, transfer merkezlerinin bulunduğu bir büyük yapının gerçekleştirilmesine tüm hızla devam ediliyor. Bu olumlu ve major gelişmelerin yanında, İstanbul'un deniz ulaşımından yeterince faydalanıldığı bir kent ulaşım profiline tam anlamıyla sahip olduğunu söylemek mümkün değil. Bütün olumsuzluklarına rağmen, İstanbul ulaşımında önemli gelişmelerin yaşanmadığını söylemek için vicdansız olmak lazım.

Bir diğer değinmek istediğim konu "yaya ulaşımı". Bir kentin sürdürülebilir bir yaşam merkezi olmasında, sadece bireysel ya da toplu taşıma araçlarını kullananların değil; bunların yanında ehliyeti olmadığından, toplu taşımayı tercih etmediğinden veyahut kullanamayacak durumda olmasından ötürü yaya olarak ulaşıma katılanların da kentin dinamiklerinden faydalanması yani bir anlamda, "araçları ulaştırmayı değil, insanları ulaştırmayı kendine hedef alan" bir anlayışın ortaya konması gerekmektedir. Yaşanabilir bir kentin en temel unsurlarından birini teşkil eden bir yerden bir yere güvenle ve rahatla yürüyebilmek şu anda İstanbul için çok da olumlu bir tablo sergilememektedir. İstanbul'un pek çok merkezinde yaya yolunun cadde uzunluğu ile olan orantısızlığı ve özellikle süreksizliği göze çarpmakta; yaya yollarına kolayca erişilebilirlikten tam anlamıyla bahsedilememektedir.

Son olarak ulaşım intizamını sadece karar alıcıların ya da uygulayıcıların omuzlarına yüklemek hatasından kurtulmak için toplumun ulaşım bilincinden de bahsetmenin yerinde olduğunu düşünüyorum. Özellikle bireysel otomobil kullanımında yapılan trafik ihlalleri sonucunda yaralanma ya da ölümle sonuçlanan kazaların durumu bize kentlerimizde ulaşım ile ilgili gerçeklerin ve çağdaş davranış kalıplarının toplumda yeterince içselleştirilemediğini göstermektedir. Herşeyin başı kuşkusuz eğitim. Ülkemizde ulaştırma eğitimine yeteri kadar önem verildiğini söylemek mümkün değil. Dünyanın pek çok gelişmiş ülkesinde ulaştırma konusunda gerçekleştirilen disiplinler arası akademik yapıya karşın, ülkemizde ulaştırma eğitimi ve çalışmaları oldukça yetersiz kalmaktadır. Özellikle sosyal bilimler alanında sınırlı sayıda yazılan tez, kitap ve makalelerin dışında irdelenmeyen ulaşım konusu, üniversitelerde de sınırlı sayıdaki fakülte, yüksekokul ve bölümler dışında ders olarak okutulmamaktadır. Zaten Türkiye'de ulaştırma alanında yayımlanmış makale, bildiri, kitap vb. bilimsel eserlerin hemen hemen tamamına yakını akademik unvanlı olsun ya da olmasın inşaat mühendisleri, şehir ve bölge plancıları veyahut coğrafyacılara aittir. Bu bağlamda iktisatçılar, sosyologlar, iktisat tarihçileri gibi sosyal bilimler alanında çalışanlar ulaştırma konusunda uzak durdukları görülmektedir.