Refah
devletinin 1970’lerden itibaren tıkanması, geleceğe yönelik olarak yeni
arayışların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Refah devletinin gelecekte nasıl
bir şekil alacağına dair yapılan değerlendirmeler ve tartışmalar, bir nevi
herkesin ideolojik yaklaşımına göre farklılıklar göstermektedir. Bazı görüş
sahiplerinin ayaklarının yerden tamamen kesik olduğu görülmektedir. Yani,
yelpazenin bir ucunda anarşizme kadar uzanan ve devletin gelecekte yok
olacağını veya minimum bir hale geleceğini iddia edenler varken, diğer ucunda da
geleceğin devlet biçiminin, II. Dünya Savaşı sonrası görülen refah
devletlerinden bile daha fonksiyonel olacağını ileri sürenler bulunmaktadır.
Diğer yandan, daha ölçülü ve olası öngörüler ise şu şekilde özetlenebilir.
Kabaca
ifade etmek gerekirse, sağ görüşe sahip olan kişiler, refah devletinin
geleceğini pek de parlak görmemekte, artık bu türden cömert bir devlet
anlayışının yeni döneme uygunluk gösteremeyeceğini, dolayısıyla neo–liberal
ilkeler doğrultusunda değişmek zorunda olduğunu ileri sürmektedir. Bunlara
göre, refah devletinin geçirmekte olduğu değişim ve dönüşüm sürecini şu şekilde
değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Nasıl ki 19. yüzyılın sonunda ortaya
çıkan Sanayi Devrimi, dünyayı o güne kadar hiç olmadık bir biçimde
değiştirdiyse ve ortaya tamamen farklı bir üretim süreci, çalışma ilişkileri,
sosyo–ekonomik yapı vb.’nin çıkmasına yol açmışsa ve refah devleti bu Sanayi
Çağı’nın bir devlet modeli olarak ortaya çıkmışsa; 20. yüzyılın son çeyreğinden
itibaren yeni bir çağa (Bilgi Çağı) girilmesi de, elbette ki kendine uygun bir
üretim ve çalışma koşullarına yol açacak, sosyo–ekonomik yaşamı yeni koşullara
göre yeniden şekillendirecek ve dolayısıyla eski çağın bir ürünü olan refah
devleti modelini de değiştirerek farklı bir devlet modelinin ortaya çıkmasına
zemin hazırlayabilecektir. Dolayısıyla bunlar, küreselleşmenin, refah
devletlerini zayıflatmakta ve yok etmekte olduğunu, yakın bir gelecekte, asıl
tartışma konusunun, refah devletini devam ettirmek veya ettirmemek noktasında
değil, bunun yerine ne çeşit bir uygulamaya yönelme gereği hususunda olacağını
ifade etmektedir. Onlara göre, ulusal refah devletlerinin sosyal politika
fonksiyonları, zamanla küresel düzeyde oluşturulacak ulus–üstü kuruluşlarca
yerine getirilmelidir.
Sosyal
politikanın ve refah devletinin geleceğine dair bu tür görüşler, önceki
yüzyılda ulus–devletlerin himayesinde gelişen sosyal korumanın,
ulus–devletlerin zayıflaması nedeniyle uluslararası düzeyde ele alınmaya
başlanacağı yönündedir. Bu nedenle, gelecek dönemde sosyal koruma,
“Uluslararası Sosyal Politika” veya “Uluslararası Refah Devleti” olarak
adlandırılabilecek ulus–üstü (supranasyonel) bir boyut tarafından sağlanmaya
başlayacaktır.
Zaten,
küreselleşmenin etkisini artırmasıyla birlikte, sosyal standartların korunması
için ulus–ötesi (transnasyonel) bir sosyal politikanın oluşturulması yönünde
birtakım çabalar da ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, bu görüş sahiplerine göre
yapılması gereken şey, ulus–ötesi düzeyde sosyal standartlar tesis etmek ve
korumak için harekete geçmek, bu yönde oluşmaya başlayan cılız gayretleri
takviye etmek, desteklemektir.
Yeni
– Sağ olarak adlandırılan bu görüşe sahip çıkanlarda fonksiyonel bir bakış
açısıyla sosyal politikanın üniversiteler, medya, hükümetler, okullar, Ar-Ge
yatırımlarını yürüten fonlar, özel araştırma ve anket kuruluşları, Avrupa
Birliği ve Dünya Bankası gibi içinde sermayenin ağırlıklı olarak temsil
edildiği örgütler tarafından üretildiği görüşü hakimdir. Bu minvalde güvenceli
esneklik, sosyal koruma, sosyal dışlanma, sosyal diyalog, sosyal dayanışma ve
yoksulluğu azaltma stratejileri ve sosyal güvenlik ağları egemen söylemin
başlıcalarını oluşturmaktadır. Bu egemen söylem içerisinde sosyal politika
alanı kapitalizmin içinden geçmekte olduğu süreçle ilişkilendirilmektedir. Kapitalizmin
içinden geçmekte olduğu süreç ise, ekonomik ve siyasal süreçler üzerinde
duranlar tarafından post-fordizm, esnek kapitalizm, örgütsüz kapitalizm;
kültürel değişimler üzerinde duranlar tarafından post-modernizm ve teknolojik
dönüşüm; toplumsal dönüşümün temel bileşeni olarak merkeze alanlar tarafından
ise ağ toplumu, küresel köy, sanayi sonrası toplum, üçüncü dalga ve bilgi
toplumu veya enformasyon toplumu olarak adlandırılmaktadır.
Yeni
– Sağ görüşüne sahip çıkanların sosyal politika anlayışı içerisindeki tematik
söylemleri sıralanacak olunursa; bilginin artan gücü ve sınırsız dolaşma
kapasitesi, işçi deyiminden ziyade sosyal sermayesi yüksek, vasıflı ve beyaz
yakalı çalışanlar olarak tanımlanan yeni sınıf tezi, çalışmanın değişen doğası
ve otomasyon, insan kaynakları yönetiminin ağır basan yapısı, serbest piyasanın
evrensel gerekliliklerine uygun yönelimli ve tektipleşmeye yakın reform
çalışmalarından bahsetmek gerekecektir.
Yelpazenin
sol tarafında bulunanlar ise, refah devletinin değişen koşullar altında
gerçekten bir çıkmaz içine girdiğini görmekte, ancak, yine de bu durumun geçici
olduğuna, birtakım reform ve yeniden yapılanma çalışmaları sonucunda, refah
devletinin tekrar fonksiyonel ve işlevsel hale gelebileceğine inanmaktadır.
Zaten, refah devletleri çeyrek yüzyıldır içinde bulundukları değişim sürecinde,
değişen koşullara nasıl uyum sağlayabileceklerini öğrenmiş, bu konuda yeni
stratejiler geliştirmiş, dolayısıyla değişen koşullara uyum kapasitesini
artırmıştır.
Bunlardan
bazılarına göre, küreselleşme ve neo–liberalizmin günümüze kadar olan seyrine
bakıldığında, küresel ekonominin bu şekilde gidemeyeceği, değişmek zorunda
olduğu, bu değişimin en kısa zamanda gerçekleşeceği görülecektir. Değişimin
yönü ise, katılımcı demokrasinin ve refah devletinin yeniden güçlenmesine doğru
ve neo–keynezyen iktisat politikalarının kabulü yönünde olacaktır. Neo–liberal
politikalar başarısız olduğu için, yakın bir zamanda neo–keynezyen
politikaların uygulanması gerekli olacak, güçlü refah devletine yeniden
gereksinim duyulacaktır.
Yeni
Sol söylem olarak da adlandırılabilecek bu bakış açısı, düzene doğrudan
saldırmadan, düzenin rasyonalitesi içerisinden makul sayılabilecek öneriler
getirmek maksadına odaklanmıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin
“zor durumda bulunanlar” adına daha uygun boyutunu aramaktadır. Yeni Sol
söylem, bir yandan bilgi üretimini Dünya Bankası ve Avrupa Birliği gibi Yeni
Sağ örgütlerinin katkılarıyla yapmakta ve egemen söylemin tüm kavramsal setini
kabul etmekte iken öte yandan da, vergilerle finanse edilen bir sosyal politika
alanı ve vatandaşlık düzeyinde eşitlik üzerinde durmaktadır. Bu noktada
vatandaşlık geliri ve temel gelir gibi önerileri gündeme getirmekte, bunu
yaparken de hakim iktisat politikalarını sorgulamak yerine önerilerini bu
politikalar çerçevesinde gerçekleştirmenin yollarını aramaktadır. Dolayısıyla
Yeni Sol söylem, kendi içinde ve kendi başına, aslında kapitalizmden ziyade,
kapitalizmin belirli politika ve uygulamalarına karşı çıkmaktadır.
Yeni
– Sol paradigma, egemen paradigmanın politika önerileri ile sıklıkla örtüşse ve
çok farklı noktalara gidemese de yukarıda da bahsedildiği üzere iki noktada
farklılaşmaktadır. Bunlardan ilki, piyasa güçlerinden ziyade vergilerle finanse
edilen bir sosyal politika alanı, ikincisi ise sosyal politika alanında
vatandaşlık düzeyinde eşitlik. Bu minvalde Yeni – Sol söylem, ilk olarak
vergilerle finanse edilen sosyal politika düzenlemelerinin öneminin altını
çizmektedir. İkinci olarak, vatandaşlık düzeyinde eşitlik noktasında
vatandaşlık geliri veya temel gelir gündeme gelmektedir. Vatandaşlık geliri,
toplumun tüm fertlerine, çalışma hayatındaki konumlarından bağımsız olarak
yapılacak düzenli nakit transferlerini içeren bir sosyal politika uygulaması
olarak tanımlanabilir. Buna göre toplumda yaşayan herkese en zengininden en
fakirine kadar verilen gelir olan vatandaşlık geliri, bir bakış açısına göre
Dünya Bankasının öne çıkardığı nakit gelir desteği uygulamalarının radikal bir
versiyonuna benzemektedir. Vatandaşlık gelirini savunun Yeni – Sol söylemin en
çok üstünde durduğu nokta ise, yoksullukla mücadelede emek piyasasını değil
sosyal hakları ön plana çıkarmasıdır.
Yani emek merkezli bir bakış açısıyla, vatandaşlık geliri, insanı işgücü
olarak gören ve onu istihdama iten bir yaklaşımdan farklı olarak insanı insan
olarak gören bir yaklaşımın izlerini taşıdığını iddia etmektedir.
Yeni
Sağ ve Yeni Sol söylemlerinden başka sosyal politikanın geleceği
şekillendirilirken üzerinde özellikle durulması gereken bir diğer bakış açısı
“Sosyal Demokrat” söylem olarak adlandırılmaktadır. Sosyal demokrat söylem,
sosyal politika anlayışını yurttaşların sosyal hakları ve müdahaleci devlet
yaklaşımı üzerine kurmaktadır. Bir anlamda geleneksel sosyal politika
anlayışının tezahürü olan bu bakış açısının egemen söylemleri içerisinde sosyal
politikanın bilindik argümanları yer almaktadır. Buna göre, sosyal güvenlik,
işçi sendikaları ve toplum sözleşme düzeni, emeği koruyucu/güçlendirici iş
yasaları, sosyal yardımlar, asgari ücret, kamusal sağlık, eğitim, konut ve
ulaştırma hizmetleridir. Hemen fark edileceği üzere bu alanlar aynı zamanda
refah devletinin temel özelliklerine de gönderme yapmaktadır. Bu görüşü
savunanların Yeni – Sağ ve Yeni – Sol un sahip oldukları çözüm argümanlarından
tatmin olmadıkları bilinmektedir. Onlara göre, 21. Yüzyıl sosyal politikası
daha güçlü ve müdahaleci devlet ve güçlü sendika hareketi üzerine
yükselecektir.
Bütün
bu bakış açılarının kendilerine ait haklı ya da haksız yanları bulunabilir.
Ancak bir de görünen yüzün iyice analiz edilmesi gerekmektedir. Bugün görünen o
dur ki, çok hızlı büyüyen refah devletlerinin gerçekten de genel olarak bir
bunalım içerisinde oldukları söylenebilir. Ancak, bu genelleme, her ülke ve her
refah rejimi için aynı derecede doğru değildir. Bazı gelişmiş ülkelerde, refah
devleti daha fazla sorgulanır ve küçültülmesi yönünde daha çok önlem alınır
iken, bazılarında ise, küreselleşme süreci ile birlikte devletin geleceğine
yönelik bir kuşku oluşsa da, bu endişenin refah devleti fonksiyonlarında
dikkate değer bir değişimi beraberinde getirmediği gözlenmektedir.
Devlet,
yine de her ülkede hâlâ sosyal refah politikalarının en büyük üreticisi ve
uygulayıcısıdır. Refah devletleri ve sosyal koruma sistemleri, neredeyse tüm
ülkelerde güçlü bir şekilde ayakta durmaktadır. Bunalım, çok konuşulduğu gibi,
devletleri sosyal standartlarda ve hizmetlerde minimuma doğru bir yarışa
itmemiş, sanıldığı gibi refah devleti kimliğinin altını oymamıştır.
Yukarıda
belirtilen ve kamu sosyal harcamalarının kısılmasını hedefleyen reformlar
sonucunda, gerçekten de özellikle 1990’lı yıllardan itibaren sosyal
harcamalarda bir düşme görülmeye başlanmıştır. Ancak, bu düşme, genel olarak
çok da önemsenecek bir düzeyde gerçekleşmezken, her ülkede de aynı düzeyde
olmamış, bazı ülkelerde tersi bir şekilde, düşük de olsa sosyal harcamalardaki
yükselme seyrinin devam ettiği, refah devleti harcamalarının azaltılması
biryana, görece olarak arttığı gözlenmiştir.
Diğer
bir ifadeyle, refah devletinin karşı karşıya kaldığı krizlere ve birçok refah
programında görülen kesintilere ve neo–liberal politikalara rağmen, 1990’lı
yılların sonuna gelindiğinde dahi, harcamaları mümkün olduğunca kısma isteği
bir türlü gerçekleştirilememiş, aksine bazı ülkelerde artmaya devam etmiştir.
Bunun bazı nedenleri vardır. Ancak, harcamalardaki artışın devam etmesinin
nedeni, cömert refah devleti anlayışının sürdürülmesi değildir. Nedenlerin
başında, bir kısmı yukarıda açıklanan, birçok gelişmiş ülkede yüksek oranlı
işsizliğin bir türlü düşürülememesi, demografik değişimler sonucu nüfusun
yaşlanması, yalnız yaşayan annelerin artışı, artan sosyal refah hizmetleri,
vatandaşların daha iyi kamu hizmeti beklentisi vb. gibi maliyetleri artırıcı
hususlar gelmektedir.
Yaşanan
son gelişmeler doğrultusunda, gelecekte refah devletinin rolünün ne olacağı,
refah devletinin ne yönde gelişeceğini önceden sezinlemek de pek mümkün
gözükmemektedir. Ancak, konu ile ilgili birçok kişinin beklentisi, refah
devletlerinin gelecekte de varlıklarını sürdürmeye devam edecekleri yönündedir.
Ancak bu, refah devletlerinin geçmişteki gibi aynı yapıyı sürdüreceği anlamına
da gelmemektedir. Küreselleşmenin doğurduğu yeni koşullara uygun birtakım
dönüşümler sözkonusu olabilir. Fakat, bu dönüşüm yine refah devletinin
etrafında gerçekleşecektir. Yoksa, refah devletlerinin zayıfladığı, onların
yerini küresel düzeyde sosyal politika kurumlarının almak üzere olduğu iddiası,
çok da gerçekçi gözükmemektedir.
Acaba,
genelde gelişmiş sanayi ülkeleri için sözkonusu olan yukarıdaki bilgiler ve
değerlendirmeler, Türkiye ve onun gibi gelişmekte olan ülkeler sözkonusu
olduğunda da geçerli olmakta mıdır? Refah devletinin geri çekilmesinden
sözedilirken, bu durumun Batı’lı gelişmiş ülkeler için sözkonusu olduğu,
gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelerin zaten refah devleti kuracak
olanaklara sahip olamadığı, ancak hiç olmazsa Türkiye, Hindistan gibi bir kısım
gelişmekte olan ülke için refah devletinin daima bir “hedef” olarak gündemde
kaldığı ve demokrasinin vazgeçilmez bir tamamlayıcısı olarak düşünüldüğü
görülmektedir.
Türkiye,
refah devleti açısından bir incelemeye tabi tutulduğunda, gelişmiş Batı’lı
ülkelerle kıyaslandığında, çok zayıf bir refah devleti varlığının sözkonusu
olduğu, refah devletinin etkinliği açısından bakıldığında tam anlamıyla bir refah
devleti olamadığı görülmektedir. Bunun nedeni, Türkiye’nin,
kendisi gibi geç sanayileşmiş ülkelerde olduğu gibi, oldukça gelişmiş
bir sosyal güvenlik sistemine sahip olmasına rağmen, sosyal güvenliğin diğer
ayakları olan sosyal yardım ve sosyal refah hizmetlerine gereken önemi henüz
istenilen düzeyde verememesidir.
Türkiye’de
hükümetlerin genelde kısıtlı kaynaklarına paralel olarak bir refah politikası
izlediği görülmektedir. Türkiye’deki sosyo–ekonomik politikalara genel olarak
bakıldığında, bunları şu şekilde özetlemek mümkün olmaktadır: Ekonomik kalkınma
ve refah devleti açısından dengeli bir politika izlendiği, ne ekonomik
kalkınmadan ne de refah devletinden vazgeçildiği; ekonomik kalkınmanın gerekli
olduğu, hatta daha güçlü bir refah devleti için bunun şart olduğu, fakat bunu
gerçekleştirirken de refah devletinin gereklerinden de taviz verilemeyeceğinin
ve refah devletinin zayıflatılmayacağının vurgulandığı görülmektedir.